Uçsuz bucaksız bir tarlada, güneşin altın ışıkları altında, bir buğday başağı rüzgârla hafifçe sallanıyordu. Bu başağın içinde, henüz olgunlaşmamış bir buğday tanesi, etrafındaki dünyayı keşfetmeye başlamıştı. Daha toprağa düşmemiş, kendi yolculuğuna çıkmamış olan bu minik tanecik, hayatın anlamını merak ediyordu.“Burada neden varım?” diye sordu kendi kendine. “Bu başağın içinde sıkışıp kalmak mı benim kaderim?”Bu soruyu sormasıyla birlikte hafif bir rüzgâr esti ve başak biraz daha aşağıya doğru eğildi. Diğer buğday taneleri ona, sabırlı olmasını öğütlediler.“Her şeyin bir zamanı var,” dediler. “Henüz yolculuğun başındasın. Bir gün toprağa düşecek, sonra yeni bir hayatın parçası olacaksın.”Bu düşünce, küçük buğday tanesini heyecanlandırmıştı. Onun gibi minik ve kırılgan bir şeyin, nasıl olur da koca bir tarlanın ortasında bu kadar önemli bir rol oynayabileceğini hayal etmek zordu. Fakat tarlada her şeyin bir dengesi vardı ve bu dengeyi anlaması için beklemesi gerekiyordu.Günler geçti, güneş batıp doğdu ve bir sabah, rüzgar sertçe esti. Başağın sallanışıyla birlikte buğday tanesi, beklediği anın geldiğini hissetti. Kendini başaktan ayrılırken buldu. Hava ona dokundu, rüzgâr ona yol gösterdi ve nihayet toprağa düştü. O an her şey karanlık ve soğuktu, ama içinde bir kıpırtı hissetti. Artık başağın güvenli kucağında değil, sert toprağın içinde yalnızdı.“Ne olacak şimdi?” diye düşündü. “Toprağın içinde kaybolup gidecek miyim?”Ama çok geçmeden toprağın onu sardığını ve beslediğini fark etti. Yağmur, topraktan süzüldü ve bu küçük taneye ulaştı. Su, ona güç verdi ve içindeki hayat filizlenmeye başladı. Buğday tanesi, yavaşça kabuğunu kırdı, minicik bir filiz çıkardı. O artık bir tohum değildi, yeni bir yaşamın başlangıcıydı.Zamanla filiz büyüdü, incecik bir sap haline geldi ve güneşin sıcaklığıyla uzadı. Eski başağının rüzgarla sallandığı o günleri hatırladı. Şimdi kendisi de bir buğday sapıydı. Kendi içinde onlarca yeni buğday tanesi barındırıyordu.“Ben de tıpkı o başak gibiyim artık,” dedi kendi kendine. “Benim içimde de hayat var, yeni tohumlar var.”Büyüdükçe, diğer buğday saplarıyla birlikte güçlü bir tarlanın parçası oldu. Günler geçti, mevsimler değişti ve bir hasat zamanı geldi çattı. Çiftçi, altın sarısı buğday tarlasında elinde tırpanıyla yürüyordu. Taneler olgunlaşmıştı, hasada hazırdılar. Çiftçinin tırpanı bir başak sapını kestiğinde, buğday taneleri özgür kalmıştı. Onların da yeni bir yolculuğu başlamıştı. Kimi un olup ekmek olacaktı, kimi tohum olarak yeni tarlalara ekilecekti.Bizim buğday tanesi ise yeni bir başlangıç yapmak için bir değirmene doğru yola çıktı. Değirmende öğütüldü ve un haline geldi. Artık sadece bir buğday tanesi değil, bir insanın elinde yoğrulacak hamurun, pişecek ekmeğin bir parçasıydı. Fırından çıkan mis gibi kokan sıcak ekmek, sofraya konduğunda buğday tanesi, artık insan hayatının bir parçasıydı.“İşte,” dedi kendi kendine, “bu benim kaderimmiş. Küçücük bir tohumdan, büyük bir ekmeğe dönüşmek. İnsanların hayatına karışmak.”Ve o ekmek, bir ailenin akşam yemeğinde paylaşıldığında, buğday tanesi döngüsünü tamamladı. Her lokmada, tarladaki o rüzgârlı günleri hatırladı. Şimdi, insanın bedenine enerji, gücüne güç katıyordu. O artık sadece bir buğday tanesi değil, hayatın kendisiydi.