Kölelik, kavramsal olarak bir insanın özgürlüğünden yoksun bırakılarak bir başkasının malı olarak kullanılması durumunu ifade etmektedir. Kölelik, 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar süren tarih boyunca farklı biçimlerde var olmuştur.
İlk Sanayi Devrimi ise 1760’lı yıllarda başlayıp 1830’lara kadar sürmüştür. İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, kısa sürede tüm Avrupa’ya ve ABD’ye yayıldı. Üretimdeki bu değişim, hem ekonomiyi hem de toplumsal yapıyı değiştirdi. Sanayi devriminin başlangıcıyla birlikte kölelik sisteminin kaldırılması, ekonomi ve sosyal yapıdaki değişiklik ile işçi sınıfının ortaya çıkması aynı dönemlerde gerçekleşmeye başladı.
Daha sonra iktidar sınıfı ve kraliyet ailelerinin ayak takımı olarak gördüğü ezilen işçi sınıfı hak arayışına girdi. Kral- Kraliçelerin başlarının kesilmesi, en güçlü askeri kuvvetin bozguna uğraması, Avrupaya yayılan ayaklanmalar kraliyetleri ve iktidar sınıfını harekete geçirdi. 1760'larda Ernst Wilhelm von Schlabrendorff'un tavsiyesiyle Avusturya ve Prusyada zorunlu eğitim sistemleri gelişti. Bu sistemin işçi sınıfının itaat etmesini sağlamak için özel olarak tasarlanmış bazı özellikleri vardı:
Çocuğunu okula göndermemek hapis cezasına tabiydi, gerekirse silah kullanılıyordu. “Ayaktakımı'nı daha eğitimli olsunlar diye zorlamak niyeydi ki? İşin aslı ise şuydu ki, bu sistemin asıl amacı, etki altında kalmaya açık olan çocukların itaat edeceği, saygı duyacağı en önemli merci’in aile yerine hükümet olmasını sağlamaktı. Hükümetin gücünün, anne babanın gücünden daha büyük olduğunu içinde duymalıydı çocuk. Ve bu güçten korkmalıydı.
Bu eğitim sistemi bütüncül değildi. Alman filozoflar, iyi asker ve iyi fabrika işçisi yetiştirmek için -çünkü amaç buydu!- öğrencilerin büyük resme bakmadan, onlara ne söylenirse onu yapan, bütüncül değil tek çizgide düşünen kimseler haline getirilmesinin elzem olduğu hükmüne varmışlardı. Eleştirel düşünme yeteneği unutturulmalı, öğrenciler tek bir çizgide düşünmek üzere eğitilmelilerdi. Bunu başarabilmek için Fichte'nin ortaya attığı bir yöntem, her konunun diğerinden ayrılması ve ayrı bir öğretmen tarafından öğretilmesiydi.
Zamana tabiydi. Bugün modern eğitim dediğimiz şeyi kuran düşünürler, Endüstri Devrimi'nin hızla yayıldığı bu çağda çocukları fabrikadaki iş hayatına daha iyi hazırlayabilmek için, çocukların bir zil sesi duyunca durmaya ve bir zil sesi duyunca yeniden hareket etmeye başlamayı, kendilerini fabrikadaki zil sesine göre ayarlamayı öğrenmeleri gerektiğine karar verdiler. Çocuklar, onlara yapmaları söylenen şeyi, sadece bu şey onlara söylendiği zaman yapmasını öğrenmelilerdi.
Notlandırmaya tabiydi. Endüstri Devrimi, seri üretim hatti üstündeki bir ürünün "geçer ya da kalır notu aldığı" fikrini de beraberinde getirmişti. Sözgelimi bir ayakkabı fabrikasında, ayakkabılara geçer ya da kalır notu veriliyordu. Geçer notu alamayanlar, fakir kimselere "ikinci el" olarak mı verileceğine, yeniden parçalarına ayrılıp geri dönüşümden mi geçirileceğine, yoksa tamamen çöpe mi atılacağına karar vermek üzere yeniden puanlamadan geçiriliyorlardı.
Karşılıklı fikir alışverişi bu sistemde ortadan kaldırıldı. 1740’ta, Prusyalı felsefeci Johann Hecker, otoriteyi sorgulamayan bir halk yaratmak için, çocukların okulda "Bir soru sorabilir miyim?" diye sormaya mecbur bırakılması fikrini ortaya attı. "Bir soru sorabilir miyim?" derken, çocuklar aslında gerçekten de soru soruyor olmayacaklar, bu cümleyle birlikte el kaldıracaklardı. Böylece, Sokratik öğrenme metodunun merkezindeki fikir yürütme ortadan kalkmış oldu.
Eğitimin içeriği kontrol altındaydı. Bu yeni eğitim modelinin belki en cazip yönlerinden biri, seri üretim hattında üretilen ürünler gibi bunun da standardize edilebilmesiydi. Eğer hükümet öğrencilerin ne öğrendiğini kontrol edebilirse, onlara hükümeti sorgulamamanın öneminin kendisini de öğretebilirdi. Hali hazırdaki güç ve ekonomi sistemlerini destekleyen değerleri ve inançları aşılayabilirdi. Özetle, artık devrim yapmayı düşünmeyecek iyi vatandaşlar yetiştirebilirdi.[1]
Yetiştirilen vatandaşlarla yeni iş sözleşmeleri yapılarak özgürlüklerin kısıtlanması yasal hale getirildi. Yöneticiler eski köle sisteminde olduğu gibi sözleşmesi yapılan işçi üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyor ve istedikleri gibi kullanabiliyorlar. Hakkını arayan işçileri ise mobbing uygulayarak bastırabiliyorlar. Modern köleliğin klasik kölelikten farkı hukuki yönüdür fakat hukuk sisteminin yavaş işlediği ve zaten ekonomik olarak zayıf olan işçinin mobbinge uğradığında hukuki anlamda hak araması zorlaştığından klasik kölelikten bir farkı kalmamaktadır.
Böylelikle 21. yüzyılın modern dünyasına gelindiğinde tarihin derinliklerinde kalması gerektiği düşünülen kölelik varlığını farklı şekillere bürünerek hâlâ sürdürdüğünü görmekteyiz. En acısıda Modern köleliğin, klasik kölelikten farklı olarak devlet kontrolünde devam etmesi.
Tarih boyunca iktidarların tehlikeye uğradığında yaptığı sistem değişiklikleriyle vatandaşların sorgulama yetisinin bastırıldığı, zararsız bir sinek haline getirilmeye çalışıldığı görülebilir.
Tarihte Antik yunanda bile buna karşı çıkan Sokrates kendini at sineğine benzetiyordu çünkü at sineğinin atı rahatsız edip uyanık tuttuğu gibi kendinin sorularıyla yöneticileri rahatsız ederek uyanık tuttuğunu düşünüyordu. Sokratesin benzettiği at sinekleri olmamız dileğiyle....
[1] İyi aile yoktur. Nihan Kaya.