"Eşe, dosta Selam. İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir..."
Orhan Kemal
İNCİ TURAN
Köylünün, emekçinin çıkarlarını, onların istemlerini yaşamı boyunca savunan, kalemini ezilen, sömürülen insanın bu düzenden kurtulmasında kullanan edebiyatçılarımızdandır Orhan Kemal.
Sanatçı, ekmeğin okuldan çok önce geldiğini öğrenerek büyümüş, ancak okuma ve öğrenme tutkusu hiç bitmemiştir. Kendi kendini yetiştirme çabasıyla dolu bir ömür…
Gerçek öğretmeni olarak gördüğü Nazım Hikmet’ten feyz almış, kendine çok şey katmıştır. “Benim gerçek öğretmenim Nazım’dır. Bana dünyaya bakmayı ve sistem çerçevesinde görmeyi öğretti. Bütün mesele bakmasını bilmektir. Bakmasını bileceksin ki görülmesi gerekeni görebilesin. İşte Nazım Hikmet bana bunu öğretti.” cümleleriyle bunu oldukça iyi ortaya koyar.
1950’lere kadar edebiyatçılarımızın neredeyse tamamının İstanbullu oluşu, Anadolu’nun edebiyata konu olmasını bir hayli geciktirmiştir. Anadolu’yu ve Anadolu insanını bütün gerçekliği içinde, gerçek kimliği ile kavrayan yaratıcı sezgi gücüyle yakalayıp romanlaştıran ilk edebiyatçımız Orhan Kemal olmuştur. “Kanlı Topraklar” romanında bunu açık şekilde görmek mümkündür.
Orhan Kemal, 1940 yıllarından itibaren yayınladığı öykülerinde romanlarına göre, daha çarpıcı bir gerçekçilik anlayışından yola çıkar. İşçilerin ve çırakların yaşamını sevgiyle yansıtırken, toplumsal çelişkileri de göz ardı etmez.
“Kırsal kesimde ya da sanayi kesiminde, ağa - patron baskısının yol açtığı dramları sergiler. Popülizme sapmadan kentin kenar mahallelerinde oturan emekçi halkın günlük yaşamını, özlem ve düşlerini kendine özgü bir duyarlılıkla anlatır. Ne var ki, dil beğenisi, biçim kaygısı, bu…”
(Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 3, s. 624).
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi, Orhan Kemal “toplumsal gerçekçi” bir yazardır. Bu nedenle sanat yapmak için değil, mesaj vermek için yazar. Bunu amaç edinmesinde, döneminin egemen sanat anlayışında “realizmin” etkili olduğu muhakkaktır.
“...İşçi sınıfı, köylü benim kaynağım, dayanağım olmuştur. Burjuvalaşmış teknik karşısında ezilen, yok olan insanlar benim insanım olmuştur. Onların acıları, onların ekmekleri benim ekmeğim; benim acım olmuştur. Köyün, köylünün sosyal, ekonomik tarihsel çelişkileri, köy işçilerinin, ırgatlarının direnişleri, çalışma ve yaşam koşulları, benim çalışma ve yaşam koşullarım olmuştur. İşçilerin, köylülerin, bütün fakir fukaranın amansız sömürülmesi, soyulması, ezilmesi, insani kişiliğini öldüren, yok eden, insan onurunu ayaklar altına alan, insanın kendini, bedenini ortadan kaldıran çalışması, yaşama koşulları benim kendi dramım olmuştur...”
“...Ben aydınlık, umut dolu, okuduğum zaman bana yaşama sevinci, kötülüklerle savaşabilme gücü veren romanları, hikayeleri, şiirleri, bir kelimeyle sanatı seviyorum. Hilton’da Vehbi Koç’la yemek yemek yerine, şu Cibali’nin tütün fabrikası yanındaki çınarın dibinde tahta masalı Mustafa’nın lokantasında kafayı çekerek, havadaki ter ve tütün kokusunu yaşayarak içmeyi her zaman tercih ederim.”
Bizlere kendi cümleleriyle kendini anlatan yazarın bu özellikleri “Çikolata” öyküsünde yerini fazlasıyla bulur. Çikolata öyküsü, kişiye aslında yoksulluğu değil, merhameti ve onuru öğretmektedir. “Yoğurtçunun kızı”nın uğradığı muamele, çocukların aslında ne kadar acımasız olabileceği gerçeği ve insanın doğru zamanda öğrendiği merhamet duygusunun onu nasıl “daha insan” yaptığı… Bir başkasını yiyecekle özendirmenin ayıp olduğu duygusu ve öykünün sonunda yoğurtçunun kızının çikolataya dair sahip olduğu tek şey olan parlak çikolata kağıtlarını yalaması…
İnsan her şeye alışıyor da ya bir çocuğun –ki her çocuğun- hak ettiği çocukluğu yaşayamaması…